Büyük
bir alana girip çalışıyoruz bazen boyumuzdan büyük işler yapıyoruz yemekte tuz,
bardak da su olalım diye katlanıyoruz. Sararıyoruz
soluyoruz birisi ‘’marka,’’ diyor bir diğeri akıllı telefon istiyor. Ve o çalışan
sadece ekmek getiriyor. Bir diğeri bağırıyor hayretle ve dehşetle çalışan kişinin
yan tarafı bir dağ gibi devriliyor. Telefon isteyen sanki küçük bir meblağ bir
şeymiş gibi mangalda kül bırakmıyor. O kadının içinde çalışma gücünün verdiği
ışık şevk her şey söndü, parlaklığını yitirdi. Tıpkı bardaktaki bir çatlak
gibi. Oysa o kadın kimin için çalışıyordu? Kimin için boyundan büyük işleri
göğüslüyordu. Evin içindeki kulaklarımıza gelen gürültülü sesler, kalabalıkta fabrikada
kulaklarımıza gelen kızların cıvıltısı makinelerin tıkırtısı gibi yayılıyordu. Evdekilerin
uğultuları yüzleri çalışanların yüzlerinde beliriyorsa gece gündüz etrafımızı
çevreleyen sesler. Uzaktan uzağa çalışmayan parmakların hareketsiz duran bedenlerin
sesleri arkamızdan köpüren tembel yüzler, iş dünyasının kıyısında yaşayıp da kendilerini
hayatın içinde atamayanlara duyduğun öfke.
Evdekiler eskilerden
kalma tembel suratlarıyla tembel dilleriyle yine eskileri karıştırıyorlar,
oturuyorlar. Tembelliğin yokluğun beklentisi içinde varlık arıyorlar bangır
bangır istiyorlar. Taleplerini iletiyorlar. Tam da servise binmek üzere olan
kadının sırtındaki yük. O kadın işyerine varınca ellerini fırının üzerinde ki
bisküvilere daldırıyor saldırıyor. ‘’Evinde oturanlar ve o çalışan kadının
dünyası.’’ Evi ile işi, hayatı bu işte, bakmakla yükümlü olduğu kendini boyundan
büyük işlere kalkmasına sebep, ‘’Tam sekiz saat buradaki iş saatlerimin de
bedelini ödemeliyim. Ben bu iki hayatımı da bedelini ödemeliyim. Bu benim
bedenimin kefareti gibi aynı zamanda ben bu sağlıklı günlerimin bedelini
ödemeliyim.’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder