24 Mart 2018 Cumartesi

BEDENİMİZİN KEFARETİ


    Büyük bir alana girip çalışıyoruz bazen boyumuzdan büyük işler yapıyoruz yemekte tuz, bardak da su olalım diye katlanıyoruz.  Sararıyoruz soluyoruz birisi ‘’marka,’’ diyor bir diğeri akıllı telefon istiyor. Ve o çalışan sadece ekmek getiriyor. Bir diğeri bağırıyor hayretle ve dehşetle çalışan kişinin yan tarafı bir dağ gibi devriliyor. Telefon isteyen sanki küçük bir meblağ bir şeymiş gibi mangalda kül bırakmıyor. O kadının içinde çalışma gücünün verdiği ışık şevk her şey söndü, parlaklığını yitirdi. Tıpkı bardaktaki bir çatlak gibi. Oysa o kadın kimin için çalışıyordu? Kimin için boyundan büyük işleri göğüslüyordu. Evin içindeki kulaklarımıza gelen gürültülü sesler, kalabalıkta fabrikada kulaklarımıza gelen kızların cıvıltısı makinelerin tıkırtısı gibi yayılıyordu. Evdekilerin uğultuları yüzleri çalışanların yüzlerinde beliriyorsa gece gündüz etrafımızı çevreleyen sesler. Uzaktan uzağa çalışmayan parmakların hareketsiz duran bedenlerin sesleri arkamızdan köpüren tembel yüzler, iş dünyasının kıyısında yaşayıp da kendilerini hayatın içinde atamayanlara duyduğun öfke.  
           Evdekiler eskilerden kalma tembel suratlarıyla tembel dilleriyle yine eskileri karıştırıyorlar, oturuyorlar. Tembelliğin yokluğun beklentisi içinde varlık arıyorlar bangır bangır istiyorlar. Taleplerini iletiyorlar. Tam da servise binmek üzere olan kadının sırtındaki yük. O kadın işyerine varınca ellerini fırının üzerinde ki bisküvilere daldırıyor saldırıyor. ‘’Evinde oturanlar ve o çalışan kadının dünyası.’’ Evi ile işi, hayatı bu işte, bakmakla yükümlü olduğu kendini boyundan büyük işlere kalkmasına sebep, ‘’Tam sekiz saat buradaki iş saatlerimin de bedelini ödemeliyim. Ben bu iki hayatımı da bedelini ödemeliyim. Bu benim bedenimin kefareti gibi aynı zamanda ben bu sağlıklı günlerimin bedelini ödemeliyim.’’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder