10 Eylül 2017 Pazar

SERVİS GELDİ

                   KOŞ KOŞ KOŞ
      Servise yetişmek için koşuyor. Tam durağa gelince de duruyor solumaya başlıyor. Neredeyse servisin geldiğini o bisküvi kokusunun kendisine yaklaştığını sezinliyor. Parça parça yara olmuş parmaklarında sarılı sargı bezleriyle önlüğünde de leke var kir var. Demek ki hafta sonu olmasına çok az bir zaman var. Ve o servise biniyor.
         Servisi kabaran tozları kaldıra kaldıra ilerliyor. Karaman'ın yollarının tozu hiç bitmiyor. Servisten tam inecekken ayağı demire takılıyor arkadaşları sıralı pür dikkat kesilmiş onların ''düşeceksin,'' dediklerini işitiyor kendisinini de suratı değişiyor sonra servisten iniyor. Hani her inip binerken işçilerin takıldığı şu demir var ya serviste döşemenin altında her sarsılmada gelip ayaklarına takılan. ''Yine yaptı yapacağını,'' diyor.
         Servisten atlayarak hoplayarak inen kızlar var.
      Koca fabrika koca bina süzülerek işçi kızlara bakıyor. Kendisi tuğla rengi giysisi içinde mavi önlüklü kızlara bakıyor. ''Benim içime gireceğinizi içimden geçeceğinizi biliyorum. O sıcak aromalı kokuyu içinize çekeceksiniz biliyorum. Elleriniz yana yana  fırından gelen bisküvilerle buluşacak elleriniz ayaklarınız bisküvi tozuna bulanacak, biliyorum. Sonra o bisküvi kokusunu solurken bölümlere dağılacaksınız sonra tekrar birbirinizle buluşup konuşacaksınız.'' 
        ''Biliyorum, işin içinden böyle çıkacaksınız, konuşacaksınız, canlı canlı o derinin altında kalabilmek için burnunuz o kokuyu alırken, yüreğinizde bulanmamak kusmamak adına soluyacaksınız sıcak aromalı havayı sonra gürültü duyacaksınız bol gürültü, tüm binanın beden elbisesi de o kokuyu ve gürültüyü daha sıkı tutacak içinde hapsedecek.
      Floresan lambasının ışığı altında keşke flelorasan lambalarla ışıklandırılmasa, sonra gözlükle buluşacaksın tozun ve gürültünün içinde iş senin üstündeyken bazen çıkartıp temizliyecek temizlerken de kasılacaksın. 
        Sen ellerin iş üstündeyken gözlerin devriliyor ayaklarının bağı çözülüyor,  çavuşun yüksek sesle bağırıyor gürültü koparıyor sırf seni uyandırmak için çavuşun sesini duyuyorsun kafanın için de kulaklarının dibinde o ses kafanın içinde yakılanıyor sonra gögsüne bir şeyler vuruyor geriliyorsun sonra ortalığa boşluğa savurduğun sözlerle gevşiyor neşeleniyorsun.
      '' Canımızı mı alacaksınız yeter fırının hızını biraz yavaşlatın,''
        Dermanı kesiliyor  gergin soluyor  ayakları daha yavaş ilerliyor sessizce kendi kendine yarın yapacağı işleri konuşuyor boş boş havaya konuşuyor. Ama daha sabaha çok var. Kasılıp gevşerken işi de onu kovalıyor o da koşturup duruyor.
         Gögsüne vura vura işine  gidip geliyor. Bol tekerlekli servis otobüsü üzerinde iz sürüyor, işe gidiyor işten dönüyor. Sanki o fabrikaya çakılmış gibi mıhlanmış gibi  kımıldamıyor sanki birileri onu o fabrikada tutuyor.
        Bol aroma kokulu sıcağın içinde koşturuyor her eğilip doğruldukça o havayı soluyor sıcak hava, havada zıplarken hoplarken o da zerre zerre o havayı yutuyor.
        Şimdi eli ayağı daha hızlı eskisi gibi de ağlamıyor. Sadece önündeki işine bakıyor. O işten korkacağına iş ondan korksunmuş. ''İşe öyle bir göz dağı vereceksin ki adam akıllı korkacak senden,'' diyor.
        Ağzı da ara sıra geviş getiriyor sakız çiğniyor servis beklerken indi bindi yaparken servisin geldiğini de görünce ağzını şapırdata şapırdata ''Servis geldi,'' diyor. 
        Yeşil yol, az kaldı yeşil yola,
        Onun sağdığı ineği işi o. O işinin başında bekliyor, işten vazgeçenleri geri dönenleri çalışmak istemeyenleri görüyor, duyuyor, o ise devam ediyor. Acı tatlı, sert, yumuşak,  soluduğu havayla devam ediyor.
      Kokladığı hava ara sıra onu dürtüyor. O ağzının içindeki dili acı acı derin derin inliyor. Elini işten çekecek işine sövecek oluyor tekrar dört ayak üstündeymiş gibi işine sarılıyor
       Bir ileri  iki geri  sıçramalarla  geri çekilme ve inlemelerle o hep yolun ilerisine bakıyor sonunu görmek istiyor.
      Ah özgürlük ah aydınlık günler çok yakında bekleyin beni,
       İşine gidiyor,  etten kemikten düştü,  topallıyor neredeyse, sonra işine yaklaşınca  normal dimdik yürüyor bel fıtığı belini yerinde durutmuyor 
       Sanırım fabrikalarda çalışıp da bel fıtığı olmayan yok. ''Bir tek ben değilim, ben değilim bel fıtığı olan,'' diyor, işini ayağına çağırıyor.
       Sessiz, sesizce ağlıyor acısını kimseye duyurmuyor
       Bel fıtığı önceden yoktu, sonradan oldu hep o kazanları kaldırıp indiririken
        Aydınlık, o aydınlık günlerin geleceğini hissediyor.
        Ama yaşadığı hayat o sesler aydınlık günleri ikiye bölüyor gibi, 
        Birbirinden kopmuş bağımsız bölümler, birleşiyor yemekhanede yemek yeniyor orada o serinlik oranın ayrı kokusu ve ayak tepinmeleri, sıralı alışılmış yemekler kuru fasülye ve pilav,
     O yemekleri yerken eriyorlar bacakları devriliyor, gözler çöküyor,  tam bir kemik görüntüsü içinde solan gözleri soğuk alevler şeklinde süslü sürmeli parlıyor, 
       Sonuç, her zaman ne şu, ne bu, ne öteki onları okşayan koklayan ve onlara yakın olan ve yine onların ellerinden tutan işleri, pişirip de yedikleri aşları ekmekleri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder